İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi
Adres: M. Kemal Atatürk Bulvarı No : 42 35620 Çiğli / İZMİR

Telefon::(232) 376 71 76
Faks::(232) 376 71 00

Harita

“Ateş Çemberinde İzmir”

Nejat Yentürk koleksiyonundan bir seçki…
 
“Ateş Çemberinde İzmir”
 
Bir şehrin alın yazısı olur mu? Makus talih dedikleri sadece insanlar için mi geçerli? Sadece bir işgalin değil, haritadan silinmişliklerin yaşandığı 100 yıl öncesine ait bir makûs talih. Yunan ordusunun işgal boyunca Batı Anadolu’da uyguladığı zulümler, katliamlar ve kurtuluşun ardından başlayan yürekleri yakan büyük yangın… Yangında zarar gören Türk ve Yahudi mülklerinin yanı sıra Ermeni ve Rum mahalleleri ile ticari hayatın çok canlı olduğu zengin Frenk Mahallesi’nin de bütünüyle yok oluşu…
 
15 Mayıs 1919 tarihinde Yunan ordusunun İzmir’i işgalinin ardından başlayan Millî Mücadele ve kurtuluş sürecinin bilinmeyen yüzünü, kendi koleksiyonundan seçilen 300’e yakın fotoğraf, belge ve yayınlarla ziyaretçilerine sunan Nejat Yentürk’ün Ateş Çemberinde İzmir Sergisi’ndeyiz bu sayımızda...
 
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
 
Bir İzmir araştırmacısı ve koleksiyonerim. İzmir’in sanayi ve ticari tarihine, eski gündelik yaşamına, eğitim kuruluşlarından spor tarihine, mutfağından sinemasına kadar birçok alanda bir İzmir koleksiyoncusuyum. İzmir’in 1919 Mayıs’ındaki Yunan işgali ve kurtuluşunu takip eden büyük yangın da ilgilendiğim alanların başında geliyor. İzmir’in geçmişine geniş bir çerçeveden bakıyorum. Bunun dışında gastronomi tarihi ve kozmetoloji tarihiyle de ilgileniyorum.
 
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezunsunuz, asıl mesleğiniz doktorluk, insanların hayatlarına dokunduğunuz gibi İzmir kültürüne de dokunarak çok büyük katkılarda bulunuyorsunuz. Birbirinden çok farklı iki alandan bahsediyoruz. Koleksiyon maceranız nasıl başladı?
 
Koleksiyonculuk ve araştırmacılık çok uzun yıllardır benim bütün zamanımı ayırdığım bir alandı. Bu yüzden bir süredir emekli bir hekimim. Koleksiyonculuğu ben bir bilgi faaliyeti olarak görüyorum. Merak duygunuzu besleyen, okuyup araştırmaya sevk eden bir uğraş. Kendi dünyanıza, kendi kimliğinize seslenen bir nesneyle karşılaştığınız zaman, benzerlerini bir araya getirme ve bir seri oluşturma güdüsünün hâkimiyeti altına giriyorsunuz. Aslında koleksiyonculuk bir yetenek işidir, nasıl bazılarımız iyi yüzebiliyor, iyi resim yapabiliyor, bir enstrümanı iyi çalabiliyorsa, bazılarımız da koleksiyonculukta başarı gösterebiliyor. Benim koleksiyonculuk anlayışım, ciddiyetle yaklaşılan,değer ve önem taşıyan malzemeleri profesyonelce arşivleme, kaybolmakta olanı sezip kurtarma çabasıdır. Bir parça başarılı olduğumuzun kanıtını da şöyle belirtebilirim; burada sergide gördüğünüz belgeler orijinal ve birçoğu devlet arşivlerinde yok. Bu başarı, bilinçli bir faaliyetin sonucudur. Benim 30 yıl önce bu koleksiyona başlamamı tetikleyen malzemelerden biri, İzmir yangınına dair bir yıkıntı fotoğrafıydı. Diğeri ise 23 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgalini protesto için İstanbul’da düzenlenen Sultanahmet Mitingi’nde yakalara takılan rozetti. Koleksiyonun ilk adımları bunlarla atıldı.
 
İzmir Kent Tarihi koleksiyonunuzu ‘Ateş Çemberinde İzmir’ serginizde ziyaretçilerinize sundunuz. Bu sergi nasıl bir fikir ile meydana geldi?
 
İzmir tarihine meraklıysanız, elinize geçen bir fotoğraf, bazı yaşanan olaylara işaret ediyor ve görüyorsunuz ki, Milli Eğitim müfredatında hiç yer almamış bir olay bu. İzmir’in işgalinden yanışına kadar birçok olay ya çok yüzeysel anlatılmış ya da geçiştirilmiş.
 
Tabii, kendi gençliğimden bahsediyorum. Bir mitingin nasıl Osmanlı kadın ve erkeğini omuz omuza bir araya getirebildiği, yakalara takılan bir rozetin ne anlama geleceği öğrenciye aktarılmamış, bu duygu verilememiş. Resmi tarih bizlere savaşların ve antlaşmaların tarihlerini ezberletmiş ve kahramanlıkları destanlar düzeyine indirgemiş. Oysa burada başka bir gerçek var; benim bakış açım buradan ilerledi. Sonra, mesela İzmir’in yangın sırasında çekilen görüntülerini bir araya getirip yangının nasıl başlayıp yayıldığını, körfezdeki savaş gemilerinin o sırada ne yaptıklarını takip edebilirsiniz. Bir tarih kitabının okuruna vermeyeceği bir şeydir bu. Bu sırada İzmir tarihi için çok önemli parça olan İyonya Devleti’nin kuruluş bildirgesini buldum mesela.
 
Tarihi bir konu üzerinde çalışan koleksiyoncu tarihi bilmeye sevk eden bir okuma ve öğrenme heyecanına sahip olmalı. Elindeki obje ve fotoğraflar üzerinde konuşabilecek yetiye sahip olmalı. Benim koleksiyonculuk anlayışım bu çizgide ilerledi. Öte yandan hem devlet hem kurum arşivlerinde bulunmayan şeylere ulaştıkça bir arşivi tamamlama sorumluluğu omuzlarınıza biniyor, hayat size bir görev yüklüyor. ‘Eğer üstlenen biri çıkmamışsa bunca yıldır, bunu ben yapmalıyım’ diyorsunuz.
 
İzmir yangını ile ilgili o dönemlerde akıllardaki tek merak “İzmir’i Kim Yaktı” sorusunun cevabıydı. Bilgi ve birikimleriniz ile sizce İzmir’i kim yaktı?
 
Herkesin sorumluluğu var. O sıradaki hiçbir aktör diğerine suçu atarak kurtulamaz. Nurettin Paşa’nın da, Rum ve Ermeni çetelerin de, Yunan ordusunun düzenli birliklerinin de şu ya da bu boyutta yangının çıkmasında ve yayılmasında etkisi olduğu bir gerçek. Bu konu çok bileşenli, çok katmanlı bir mesele. Binaları kundaklamak kadar, yangını söndürmede yetersiz kalmak da kentin yok oluşunda büyük rol oynamış. Yangında 27 bine yakın bina yok oldu. Hastane, kilise, okul, banka, ticarethane, depo ve konut gibi birçok bina yandı. Ancak itfaiye teşkilatının elindeki tulumbalar, elle taşınabilen ve kol gücüyle suyu fışkırtan hortumlara sahipti. Bahçe sular gibi koca şehirdeki yangınla mücadele edemezsiniz. Basınçla su fışkırtabilecek itfaiye aracı sadece bir taneydi. Bir at arabası büyüklüğünde, kömür yakarak buhar gücü elde eden bir adet yangın söndürme aracı vardı. Burada Osmanlı Hükümeti’nin ciddi bir eksiği var. Eğer bir suçlu arıyorsak şehirde ciddi bir itfaiye teşkilatının olmamasından başlayabilirim. Çünkü var olan itfaiye aracı İzmirli sigorta şirketlerinin satın aldıkları araçtı. O araç, sigortalanan mülkte çıkacak yangında kullanılmak üzere İngiltere’den getirilmişti.
 
Üstelik İzmir, şehir planlamacılığından nasibini almamış, bir sokaktan iki tane devenin aynı anda geçemeyeceği dar sokaklara sahip bir kentti. Yapıların çoğu yarı kâgirdi, dönemin inşaat malzemesi olarak yoğunlukla ahşap kullanılıyordu. Bunun yanında İzmir havagazı tertibatının kurulmuş olduğu bir şehir. Kordon’daki havagazı aydınlatmalarının vanaları yangından önce kapatılmıştı, ama şehirde havagazı tesisatı vardı. Yangından hasar görüp yıkılan duvarların açığa çıkarttığı havagazı tesisatının yaratacağı tahribatı düşünün. Kentin göbeğinde hem alkollü içki imalathaneleri hem de zeytinyağı depoları yer alıyordu. Bunların yanıcı özellikleri belli. Rumlar ve Ermeni erkekler Türk ordusu tarafından savaş suçlusu yahut şüphelisi olarak görüldüğü için, itfaiye teşkilatından el çektirilmişlerdi ve itfaiye erlerinin sayısı yüzde 40 oranında azalmıştı. Bu koşullarda bir kentin asıl yanmamasının mucize olduğunu düşünüyorum.
 
Büyük Taarruz’dan sonra Batı Anadolu’dan çekilen Yunan ordusu “imha ve tahrip politikası” yürütmüştü. Çekilirken büyük katliamlar yapıyorlardı, canlarını kurtaranlara geride bir hayat şansı bırakmadan çekiliyorlardı. Sadece konutları yakmadılar, birçok tecavüz ve işkence vakalarına imza attılar. Meyve bahçeleri ve kavaklıklar tahrip edildi. Ürün depoları hatta hayvan damları ateşe verildi. Su kuyuları cesetlerle dolduruldu. Sadece Türk köyleri değil Rum köyleri de yok edildi. Yaktıkları köyleri raporlamak adına kendi çektikleri fotoğrafları Yunan arşivlerinde mevcut. Bu yapılanlarla, ilerleyen Türk ordusunun ihtiyaç duyacağı su ve gıdayı da bırakmamış oluyorlardı.
 
7 Eylül’de İzmir’i terk eden Yunan ordusundan geriye artık kimsenin kalmadığını ve dolayısıyla Yunanların suçlanamayacağı söylenir. Ama bu söylenenler, gerçeklerle çelişmektedir. 9 Eylül’den sonra bile İzmir henüz güvenli bir şehir değildi. Çatışmalar devam ediyordu, şehre saklanmış çetecileri yakalamak başlıca meseleydi. Yunan ordusunu tahliye eden gemilere ulaşamayan çok sayıda asker şehirde kalmıştı. Bozgundan sonra firar etmiş asker kaçakları, Rum ve Ermeni çeteleriyle doluydu şehir. Mustafa Kemal Paşa İzmir’deyken, çevrede çarpışmalar sürüyor, silah sesleri duyulmaya devam ediyordu. Yüzbaşı Şerafettin İzmir’e Pasaport’un önünden girerken bombalı saldırıya uğramıştı. 9 Eylül günü Türk birlikleri Güzelyalı’daki Türk esir kampına gitmek için harekete geçtiklerinde sadece Karataş’a kadar ilerleyebilmişler, geri dönmüşlerdi. 9 Eylül’de aslında İzmir henüz kurtarılmış değildi. Komutayı eline alan Sakallı Nurettin Paşa, Rum ve Ermeni çetesi, Yunan ordusunun kalıntısı yahut işbirlikçisi olarak gördüklerini yakalayıp idam etmişti. 18-45 yaş arası Rum-Ermeni erkek bırakılmamıştı İzmir’de. Ermeni ve Yunan milliyetçilerinin soykırım olarak gösterdikleri olaylar bunlardır.
 
Ben sergiyi İzmir yangınıyla başlatmayı eksik bir kurgu olarak gördüğümden, anlatıyı biraz öncesinden başlatmayı uygun gördüm. Yunan ordusu Batı Anadolu’daki sivil halka öyle bir katliam uygulamış ki, okumayı yüreğiniz kaldırmaz. Bazı köyler haritadan silinmiş ve geride yas tutacak insan bile bırakılmamış. Camilere çocuk-yaşlı demeden doldurulup diri diri yakılmış. Kurtuluştan sonra Cumhuriyet rejiminin hükümetleri bence çok sağlıklı bir karar almışlar. Ülkemiz tüm bu yaşananları, hem mağdurları hem zalimleri bir kenara bırakıp, yeni bir barış sayfası açarak önüne bakmış. Artık Anadolu’da tüm bu yaşananlardan sonra ortaklaşa bir yaşamın sürdürülemeyeceği aşikâr iken zaten başka bir çözüm olamazdı. Hayatın doğal tarihi akışı bunu getirdi.
 
Millî Mücadele ve Kurtuluş sürecini kapsayan serginizde hiçbir yerde olmayan belgesel niteliğindeki fotoğraflar, gazeteler, yazılar var. Bunları nasıl bir araya getirdiniz?
 
Müzeciler, arşivciler, kütüphaneciler kendilerine bağışlananlarla yetinirlerken, biz koleksiyoncular hem ülkedeki hem de uluslararası müzayedeleri gün gün takip ediyoruz. Gün geliyor üzerinize kıyafet almıyor, ama çok daha fazlasını koleksiyonunuzu tamamlayacak bir fotoğrafa veriyorsunuz.
 
Bu yüzdendir ki kurumların ücretli müzecileri, koleksiyoncuların tutkusuyla yarışamazlar. Heyecan, azim ve sebat olmadıkça istediğiniz kadar bir kurumu yönetin, koleksiyonunuz zayıf kalacaktır.
 
Kızılhaç arşivi yakınlarda açıldı ve biz Kızılay’ın Kurtuluş Savaşı’nın hemen sonrasında ne denli önemli faaliyetlerde bulunduğunu Kızılhaç arşivi sayesinde öğrendik. Türk Kızılayı o zor şartlarda bile Anadolu’da yaşananları yurtdışına duyurmak için biri Fransızca ve Almanca, diğeri Urduca olmak üzere 2 film hazırlamış ve Kızılhaç’a göndermiş. Sergi çalışmamız sırasında öğrendik ki Kızılhaç, Kızılay’ın kendisine gönderdiği bu filmleri neredeyse 100 yıl boyunca halkla paylaşmamış. Ama hiç olmazsa saklamış. Bu filmler, koleksiyonun bütününe çok değerli bir katkı sağladı.
 
Millî Mücadele ve Kurtuluş sürecinin 100. yılında göğsümüzü kabartan bu serginize katkıda bulunan başka koleksiyoncular da var mı?
 
Benim çerçevesini çizdiğim konu İzmir’in işgali ve yangını sırasında Yunan ordusunun burada yaptıklarını vurgulamak üzerineydi. Sergide Kızılhaç arşivinden başka Fransız banker Albert Kahn arşivinden, İsmet İnönü Vakfı’ndan destek aldık. Onun dışında Fahrettin Altay’ın torunlarından aldığımız Fahrettin Paşa’ya ait fotoğraf makinesini, onun İzmir yangını sırasında çektiği fotoğrafları ve Kurtuluş Savaşı’nda esir alınan Yunan General Trikupis’in kamçısını sergiliyoruz.
 
İzmir kent tarihinin yanı sıra gastronomi tarihiyle de ilgilisiniz. Bununla ilgili “Ayaküstü İzmir, Sokak ve Fırın Lezzetleri” adında bir de kitabınız var. Gastronomi konusunda da bir sergi düşünüyor musunuz?
 
Coğrafyamızdaki yemeklerin kültür tarihini çalışıyorum. Bu konuda hazırlamakta olduğum iki kitabım bulunuyor. Özellikle İzmir’in geçmişindeki yeme içme kültürüne ait hayli geniş bir koleksiyon sahibiyim. Bunun için bir sergiden ziyade müze açma hedefim var.

 

Diğerleri

İAOSB Yerleşim PlanıİAOSB MedyaİAOSB Haber DergisiİAOSB Tanıtım FilmiİAOSB Dosya İndir