İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi
Adres: M. Kemal Atatürk Bulvarı No : 42 35620 Çiğli / İZMİR

Telefon::(232) 376 71 76
Faks::(232) 376 71 00

Harita

Gelişmekte Olan Ülkelerdeki Sıkıntı Küresel Dengeleri Etkileyecek

İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi Vizyon Günleri etkinliği kapsamında İAOSB Bölge katılımcılarına “2014 yılında Türkiye Ekonomisi & Sanayiciyi Bekleyen Tehditler ve Fırsatlar” konularında önemli bilgiler aktaran Dünya Gazetesi yazarı Ekonomist Uğur Civelek ile Atatürk Organize Haber Dergisi okuyucuları için özel bir röportaj gerçekleştirdik. Sorunların baş göstermeye başladığı günlerden itibaren Türkiye ekonomisine ilişkin önemli tespitlerini bizimle paylaşan Uğur Civelek, bugünkü tablonun çok farklı olduğuna dikkat çekiyor ve tek başına seçimlerin belirsizliği ortadan kaldıramayacağına vurgu yapıyor. Civelek’e göre önümüzdeki süreç; gelişmekte olan ülkelerde konsolidasyon riskini içinde barındırıyor ve bu da birçok sorunu daha beraberinde getirebilir. Sanayicinin bu zorlu süreci nasıl atlatacağına gelince, her zamankinden daha fazla zorlanabilir…
 
6 Mayıs 2013’te, yani Türk ekonomisinin en iyi noktada olduğunun öne sürüldüğü,  IMF’ye olan borcun sıfırlandığı ve kredi derecelendirme kuruluşu Moodys’in kredi notumuzu “yatırım yapılabilir” seviyeye yükselttiği bir dönemde Uğur Civelek, Dünya Gazetesi’ndeki köşesinde öyle bir yazı kaleme almıştı ki, okurları onun belki de çıldırmış olduğunu düşünmüşlerdi. Zira Civelek; “Kemerlerinizi bağlayın ve görünüme aldanmayın” diyordu, peki o gün ne görmüştü de bu yazıyı kaleme almıştı?
 
“O günün konjonktürünü anımsayıp, yazının yazıldığı günkü koşullara gidersek; o tarihten yaklaşık 9-10 ay önce hükümet içinde bir tartışma başlamıştı, “Gaza mı basalım, frene mi” diye. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tedbirli olmaktan yanaydı, küresel koşullar daha olumsuza kayma eğilimindeydi. Gelişmekte olan ekonomiler durgunlaşmaya başlamıştı. Arap baharı sonrasıydı, evdeki hesaplar çarşıda tutmuyordu. Tedbirli olmak en rasyonel tercihti. Başbakan ise bu tartışmalara önce pek girmedi,  sonrasında ise Şubat ayında tercihini gaza basmaktan yana kullandı. Takip eden iki Para Politikası Kurulu toplantısında Merkez Bankası fonlama maliyetlerini düşürdü. Türkiye’de negatif reel faiz dönemi başlamıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 6 Mayıs’ta ABD’ye özellikle Suriye gündemi ile gitti, bir takım taleplerde bulundu, bu talepler karşılanmadı ama teselli ikramiyesi olarak Moody’s, Türkiye’nin yatırım kalitesini yükseltti. Bu Türkiye’de beklenin aksine çok fazla şeyi değiştirmedi. Bunları bir kenara koyup düşünelim. Hangi ekonomilerde negatif reel faize rağmen ciddi bir dalgalanma yaşanmayabilir? Tasarruf fazlası büyük ekonomilerde... Ama korkunç bir tasarruf açığı olan, büyük cari açık veren bir ülkede, bunu fonlamakta çok zorlanacağı bir dönemin sinyallerinin algılandığı bir dönemde, içeride negatif reel faizleri tutmaya kalkmak, buraya gelen yabancıya hadi çek git, kovuyorum seni demekti.  Bindiği dalı kesmekti.  O yazıyı bu sebeplerle yazdım.”
 
Aradan 1 yıldan daha az bir süre geçti ve bugün Türkiye, 2013 Mayıs ayında hayal bile edilemeyecek bir siyasi ve ekonomik manzara ile karşı karşıya. Dünyada para bolluğu bitiyor, ABD Merkez Bankası (FED) büyük bir hızla tahvil alım miktarını azaltıyor ve orta vadede faiz artırımına gidebileceğini açık açık söylüyor. Dünyanın para musluğunun başındaki FED Başkanı Janet Yellen‘in bu sözleri, Türkiye’nin de içinde olduğu gelişmekte olan ülkeler için adeta bir kâbus… Yine FED’e göre dünyanın “En kırılgan 5’ lisi” içinde “en kırılgan”ı Türkiye. 1.5 yıl içinde 3 seçim yaşayacak ve gündemi ne yazık ki “Ekonomi” değil. Uğur Civelek, Türkiye’nin risk primini artıran en önemli unsurun bu belirsizlik ortamı olduğuna vurgu yapıyor. Bu noktada, tüm sanayicileri kara kara düşündüren o soruyu yöneltiyorum Civelek’e: 2014, 2009’un tekrarı olabilir mi? Ya da beklenen kriz giden krizi aratır mı? 
 
Bu kez para gelmeyebilir
 
“İş dünyası ve piyasalara baktığımızda aradaki işbirliğinin giderek zayıfladığını, dünyanın da öncelikle piyasaları memnun etmeye çalıştığını, iş dünyası ile piyasa arasındaki ilişkinin koptuğunu görüyoruz. Güven konusunda piyasalar daha ön planda oluyor.  Piyasalar taleplerini karşılayamadığında ortalık karışıyor. Sırf iş dünyası açısından bakacak olsak, evet 2014’te yaşananlar, sıkıntının boyutu açısından 2009’u anımsatabilir. Bazı sektörlerde daha ciddi boyutlara ulaşabilir. Bazılarında göreli hafif kalabilir. Ama finansal piyasalardaki tavır, insanların algılamasını biraz farklı etkiliyor. Şu an bildiğimiz şu; gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akışında durma var.  Yeni net girişler artık pek olmuyor,  daha önce gelmiş olanlar çıkmak istiyor ama çıkma fırsatı pek bulamıyor. Erken hareket eden çıkabiliyor, biraz bekleyen değişik nedenlerden, tek bir sebebe de bağlı değil bu, çıkamıyor. Gelişmekte olan ekonomilerde şu anda, iki yıldır devam eden durgunlaşmanın güçlendiğini görüyoruz. Peki gelişmekte olan ekonomilerin bu durgunlaşması gelişmişleri nasıl etkileyecek diye baktığımızda, öncelikle faaliyet dışı gelirler azalacağı için olumsuz etkileyebilir. Bu etkisini 2014’te hissettirir mi, 2015-2016’ya mı sarkar onu bilmiyoruz. Eğer aynı etki ortaya çıkacaksa, evet, 2009’u anımsatacak gelişmeler yaşayabiliriz. Ama şu anda bildiğimiz tek şey gelişmekte olan ekonomiler durgunlaşmaya devam edecek, bunu ötelemek isterlerse dünya, enflasyon canavarı ile tanışmak durumunda kalacak. Yani, iki taraf da sıkıntılı, batı bu enflasyonu istemediği için şu anda gelişmekte olan ekonomilerin sorunları kademeli büyüyecek, bunlar içinde de yabancı kaynağa en bağımlı olan ekonomiler daha büyük sıkıntı çekecek. Burada Türkiye tabii ki biraz daha öne çıkıyor. Yurtdışı algılamalarda en kırılgan ekonomi olduğumuz söyleniyor. Türkiye son 10 yılda borcunu önemli ölçüde büyütmüş, bunu genelde verimli sektörlere kanalize etmemiş, belli sektörlerde yoğunlaşmış ve o belli sektörler, para gelmemesinden en çok etkilenecek sektörler. Hizmet sektörü istihdamı son 10 yılda çok arttı ve bunu korumakta zorlanacağımız için iç talepte, diğer sosyal göstergelerde problemler yaşayacağımız bir dönem. 2009’da yaşamadığımız sosyal dalgalanmalar olabilir. Ekonomik dalgalanmalardaki sertlik açısından biraz eksik biraz fazla benzerini hatırlatabilir, ama asıl önemlisi 2009’da para yeniden gelmeye başlamıştı ve bir anda geriye dönmüştük, bu kez böyle bir şey olmayabilir.”
 
Rezervlerimiz güçlü değil
 
Türkiye’nin borç stoğu, bu noktada kırılganlık uyarısının çıkış noktalarından biri kuşkusuz… Kamunun borç stoğu ile özel sektörün borç stoğu arasında bir farklılaşma olduğunu görüyoruz.  Türkiye’de kamunun borcu göreceli olarak azalırken, özel sektörün ciddi bir borç yükü bulunuyor. Dış borç toplamı 372 milyar dolara ulaşmış durumda ve bunun ezici çoğunluğu özel sektörün sırtında. 2014 yılında özel sektörün ödenmesi gereken borcu ise 74 milyar dolar..  Özel sektörün bu parayı bulması lazım. Peki nereden bulacak?  Uğur Civelek, bu noktada firmaların dış finansman araçlarının eskisi kadar kolay ulaşabilir olmadığına vurgu yapıyor:
 
“Çok zor, daha başka bir açıdan bakarak yanıtlayayım soruyu, Türkiye’nin cari açığı 2013 yılında 65 Milyar Dolar seviyesinde gerçekleşti. Bu yıl düşecek. Düşse bile en düşüğü 50 Milyar Doların altına inmeyebilir, o da finanse edebilirsek. Türkiye’nin kısa vadeli borçlarına baktığımızda, özel sektörün borcu 129 milyarlar dolarlara dayanmış, bir de kamunun ödeme takvimi var, nereden baksan 2014 yılı genelinde 220-230 milyar dolarlık dış finansman ihtiyacı söz konusu. Bizim rezervlerimizin kullanılabilir kısmı çok güçlü değil.  Bu nedenle, dünyada koşulların nasıl gittiği bizim için hayati önemde. Biz, net sermaye girişine aşırı bağımlı bir ülkeyiz, bu giriş yetersiz kaldığında sıkıntı yaşıyoruz, kurlar yükseliyor. Kurların ve dolayısıyla enflasyonun yükselmemesi için faizleri yükseltmek zorunda kalıyoruz. ‘Faiz yükselişi mi, kur yükselişi mi’ ikisinden birini seçmeye mecbur oluyoruz, bu süreçte ekonomi daralıyor, bütçe gelirleri de azalıyor, açık büyüyor. Yani, yabancı sermayenin Türkiye’ye etkisi şu; Otomatik olarak para, kredi ve maliye politikası sıkılaşmak zorunda kalıyor. Bu politika, durgunlaşmayı pekiştiriyor.
 
Tabandaki durum alarm veriyor
 
Bir ülkenin geleceğini görmek için, o ülkedeki vergi mükelleflerinin durumuna bakmak lazım. Vergi mükelleflerinin durumu iyiye gidiyorsa, borçları azalıyor, gelirleri artıyorsa korkmaya gerek yok. O zaman kamu borcunun büyüklüğü de önemli değil, banka kredilerinde de sıkıntı olmaz. Çünkü tabanda gelir artıyor. Ama tabanda borç büyürken gelir azalıyorsa, yukarıda kamunun borcunun küçük olmasının bir önemi yok. Çünkü devlet garantisi dediğiniz zaman, o garantinin arkasında mükelleflerin gücü yatıyor. Eğer mükelleflerin durumu kötüye gidiyorsa, bankaların sorunlu kredi hacmi de artar, ekonomi daralır, devletin de gelirleri giderek güçlenen biçimde daralmaya başlar, harcamalarını kısmak zorunda kalır. Ben, ülkenin vergi mükellefini, vatandaşın ekonomik durumunu ülkenin taşıyıcı kolonları olarak görüyorum. Eğer taşıma kapasitelerinin çok üstünde riskler alınmışsa, koşulların değişmesine tahammülsüzlük varsa, o zaman çok korkarım, kamunun borcunun ne olduğu bu noktada çok önemli değil. Benim bugün gördüğüm manzaraya gelince, dış koşullar ve iç koşullar ikisini yan yana koyduğumda tabandaki durum alarm veriyor.”
 
Rakamlar gerçeği yansıtmıyor
 
Türkiye’nin kişi başına milli geliri yıllık 10 bin 300 dolar olarak açıklandı. Şimdi basit bir hesap yapalım. 4 kişilik bir aileyi baz alarak kaba bir hesapla 4 kişilik bir ailenin aylık geliri 7300 TL’ ye karşılık geliyor. Eğer gerçekten böyleyse bugün neden bu kadar sıkıntı yaşanıyor?
“Makro ekonomik göstergelere bakarken milli gelir bir kavramdır, gayri safi milli hasıla bir kavramdır, gayri safi yurtiçi hasıla ayrı bir kavramdır. Bunlar, birbirinin yerini tutabilecek değişkenler değildir. Siz kabaca üretim yöntemiyle bir ülkenin yarattığı gayri safi yurt içi hasılayı hesaplayabilirsiniz. Bundan dış dünya ile ticari ilişkilerinizi mahsup ederseniz gayri safi milli hasılaya ulaşabilirsiniz. Stok değişimleri ve amortismanları da mahsup ederseniz milli gelire ulaşabilirsiniz. Milli gelirdeki enflasyondan arındırılmış artışı da büyüme olarak tanımlarsınız. Büyüme normalde gayri safi yurt içi hasıladan hesaplanmaz. Ama dünyada işler kötüye gittikçe, büyüme hesabı kademeli milli gelirden gayri safi milli hasılaya, oradan gayri safi yurt içi hasılaya kaydı, gayri safi yurt içi hasıladan hesaplanan büyüme gerçeği yansıtmıyor. Çelişkiyi şöyle vurgulayayım, 2002’den bu yana TUİK’in açıkladığı büyüme rakamlarının üst üste konsolide edin, 12 yılda TL bazında % 50’ye yakın bir büyüme görürsünüz, ama dolar bazında bakıyorsunuz, kişi başına o gayri safi yurt içi hasıla rakamını nüfusa bölüyorlar, bir rakam çıkıyor. 2.149 dolardan 11 bin dolara gelmiş. % 500’lük artış. % 50 mi, % 500 mü doğru? İkisi de gerçeği yansıtmıyor. Siz kişi başı 10 bin dolara bakarsanız,  Türkiye  nüfusunun % 80’ i orta-üst gelir grubu dersiniz. Bu rakamlar gerçeği yansıtmıyor. “
 
Merkez Bankası’ nın rezervleri 35 milyar doları geçmez
 
Başbakan ve Ekonomi yönetimi MB rezervlerine çok fazla atıfta bulunuyor. Bu rezervlerin güçlü olduğunu söylüyor. MB rezervleri net rezervler midir?
“Burada şuna bakmak lazım, 2011 yılında rezerv opsiyon mekanizması denen bir sitemle rezerv azalışı gizlendi, bankalara biraz kâr marjı tanınarak ‘TL mevduatlarınızın karşılığını döviz olarak yatırabilirsiniz’ dendi. Maliyet avantajı sağladığı için herkes döviz ve altın şeklinde ödedi, rezervlerdeki gerileme gizlendi. Bunlar bankalara ihtiyaç olduğunda verilmek durumunda olunan rakamlar, bir kere bunu kullanılabilir olmaktan çıkaralım. Likit olsa bile. İkincisi, geri kalandan da MB’nin kullanılabilir olmayan rezervini çıkaralım, elinde kullanabileceği, kendine ait olan rakam 30-35 Milyar Doları geçmez. Bu bizim kaç aylık ithalatımızı karşılıyor derseniz, 1,5 ay... Birileri bunu bilmiyor olsa Türkiye’yi en kırılgan ekonomi sayar mı?”
 
Hesaplar tutmayabilir
 
Eğilimlerin sürdürülebilir olmadığı bir ortamda koyulan hedeflerin çok anlamlı olmadığını sıkça vurgulayan Uğur Civelek’ e Türkiye’ nin 2023 hedefini soruyorum. Türkiye, 2023’ te 500 milyar dolar ihracat, 500 milyar dolar ithalat, 1 trilyon dolar dış ticaret hacmi hedefliyor. 2013 sonunda geldiğimiz rakam ise 152 milyar dolar. Bunu 3 kattan fazla arttırmamız gerekiyor.  Bu gerçekçi bir hedef mi?
2002’ de 36 milyar dolar olan ihracatı, 152 milyar dolara çıkardık diyorlar. Burada bir tuhaflık var. 2003’ te petrolün varil fiyatı 30 dolardı. Bugün 110 dolar. Bugün hammaddelerin hepsinin fiyatı yükselmiş. Sırf fiyatlardan arındırılmış miktar bazında artış değil bu artış. Bir de burada dış finansman bolluğunun etkisini de dikkate almak gerek.  Eğer 2003 ve öncesinde olduğu kadar likitte koşullar sıkı olsaydı yine bu rakam gerçekleşmezdi. Bir de tabii kolay kredi bulunmasından kaynaklanan bir şişkinlik var. Bunları da düşünmek lazım. Gelelim bugüne,  2013’ te Türkiye’ nin dış ticaret hacmi 400 milyar dolar, finansman bulamazsak bu ticaret hacmi 300 milyar doların altına düşebilir mi evet düşebilir, peki bunun Türkiye’ de yaratabileceği sorunlar neler olabilir, kaldırabilir miyiz? Düşünmemiz lazım. İnsanları motive ederken koçluk yaparken bir takım rakamları söylerseniz, üstelik bunu ciddi ciddi hedef yapıp risk alırsanız o hesaplar tutmayabilir.
 
Neden tasarruf etmiyoruz
 
Bugün ekonomi yönetimini en çok kaygılandıran konuların başında Türkiye ‘deki tasarruf oranları geliyor. Ülkenin tasarruf oranı giderek düşüyor, Türkiye neden tasarruf etmiyor?
 
Tasarruf edememenizin birkaç sebebi olabilir. Gelirlerinizi arttırdınız da harcamalarınızı çok daha fazla mı arttırdınız, gelirlerinizi arttıramadığınız için ihtiyaçları karşılayamamak nedeniyle mecburen mi tasarruf açığına gidiyorsunuz, veya aslında ayağınızı yorganınıza göre uzatabileceksiniz ama siyasi hesaplar rant yaratma çılgınlıkları insanları baştan çıkarıyor da bunun için mi büyük tasarruf açıkları veriliyor? Bu noktada ben de size tersten bir soru sorayım. Türkiye’ de bankacılık sistemi 2003’ ten bu yana kolay kredi vermeseydi, her şeyi abartılmış değerler ile teminattan saymasaydı ülkemizin dışarıya olan yükümlülüğü bugünkü boyuta ulaşır, cari açık bu kadar yükselir miydi? 2001’ de hazır dayak yemişiz, herkes tedirgin. Açılmaya korkarken bir anda 2003’ ten sonra uçabileceğimize inandırıldık”
 
Sanayicinin mucize yaratması beklenemez
 
Peki böylesine kırılgan bir dönemde, giderek sanayisizleştiğimiz bir ortamda, çarkı son derece zor koşullarda çevirmeye çalışan sanayici ne yapmalı?
 
Böyle bir ortamda koşullar kendi lehine değişmediği takdirde, sanayicinin mucize yaratma şansı yok. 1995 sonrasına bakıyoruz, Asya- Rusya krizi bir kafa karışıklığı yarattı. Fiyatlarda bir dalgalanma yaşandı,  1999 başından itibaren çok net bir eğilim var. Dünyada hammadde fiyatları durmadan arttı, diğer taraftan dünyada sınai ürün fiyatları da Çin ve Hindistan’ ın yarattıkları aşırı kapasiteler nedeniyle sürekli aşağıya gitti. 2007 ve 2008 de biz de köşeye sıkışmıştık.  Maliyetlerimizi aşağıya çekerken sürekli daha verimli çalışmaya yöneldik. Satın almacı sistem eridi,  ama bakarsanız tarihimizde yaratmadığımız verimlilik artışlarını bu son dönemde, hamama giren terler misali bu aşırı sıcakta yarattık. Sanayici ölçeğe yöneldi, borçlanıp yatırım yaptı, daha çok robot kullandı, kapasite kullanımını % 80-90’ lara getirecek şekilde maliyetleri aşağılara çekti. Aslına bakarsanız bizim sanayimizin kalbi 2008’ de durdu. 2009 Nisanından sonra alınan destekler ve sermaye akışı yönündeki çabalar tekrar hayata dönmemizi sağladı.
 
Benzer bir atak gelirse bugün ne yapacağız? Bugün o döneme göre daha mı tedbirliyiz diye sorduğumuzda Uğur Civelek, deneyim konusunda daha tedbirli olduğumuzu ancak bilançolarda durumun böyle olmadığını söylüyor. Sektörden sektöre durumun farklılaştığını ifade eden Civelek,  İç pazara bağımlı olanların durumunun daha zor olacağını, bunun başında da inşaat sektörünün geldiğini vurguluyor ve İspanya örneğini veriyor:
 
İspanya bugün neden krizde? Neden işsizlik % 30’ ların üzerinde? Tek bir sektöre kaynakları yığmışlar, o da inşaat. Peki aynı yanlışı bu devirde çok daha kısa bir zaman diliminde yapmanın bedeli farklı olabilir mi, hayır mümkün değil. Üstelik bunu borçla yapıyoruz. ABD, 11 Eylül 2001’ den sonra inşaata yüklendi, o kadar yüklenmeseydi, 2008’ de o krizi yaşar mıydı? Birileri elindekini çok anormal rakamlara satabiliyor belki, ama birileri de çok büyük borç altına giriyor. Bu dönemin adaletsizliği 5-10 yıl içinde daha iyi anlaşılacak. İnsanlar aşırılıkları bugün yaşarken fark etmiyor.”
 
Belirsizlik seçimle geçmeyecek
 
3 ayrı seçim yaşayacağımız önümüzdeki süreç şüphesiz siyasi dili, ekonomik problemlerden çok daha fazla öne çıkaracak. Şu anda ortak beklenti seçim ne olacak bekleyelim. Son olarak bu konuya ilişkin görüşlerini aldığımız Uğur Civelek; seçimlerin tek başına belirsizliği azaltamayacağını savunuyor:
 
Şu anda herkesin yoğunlaştığı konu, yerel seçimlerden çıkacak sonuçlara göre genel seçimlerin de erkene alınıp, Cumhurbaşkanlığı seçimi ile eşanlı yapılması. Seçim belirsizliğinin 1.5 yıla yayılmaması bir temenni. Bunun gerçekleşmesi yerel seçimlerde çıkacak sonuca bağlı. Belirsizlik daha kısa sürecek diye sanayici seçim sürecinin kısalmasına sevinebilir. Ama tek başına bu her şeyin düzelmesini sağlar mı ve sandıktan çıkacak sonuç farklı olursa bir şeyler daha farklı olur mu? Bu sürenin kısa olması her şeyi çözmüyor, çünkü dışarıdan gelişmekte olan ülkelere bakış açısı kademeli olumsuzlaşmaya devam ediyor. Bu yeni başlamış bir şey değil, 22 Mayısta da başlamadı, Arap baharı sonrasından itibaren 2 yıldır gelişmekte olan ülkeler kademeli durgunlaşıyor, büyüme potansiyellerini kaybettiler, artık zorlayarak da olmuyor. Pazarda bir daralma var, büyüme yok ama kapasite arttı, bu arz talep dengesizliği değişik sektörlerde konsolidasyonlar yaratacak. Kapasitelerin bir kısmı tasfiye olacak. Bu tasfiye olan kapasitelerin Türkiye’ den değil, başka ülkelerden olmasını isteriz tabii ki, ama böyle olması için ne yapıyoruz, ne yapmıyoruz? Bir tek suçu seçimlere atarak bu badireden kurtulamayız. Dünyada sınai üretimde kapasite fazlası var. Bir konsolidasyon yaşanacak. Şu anda kurlarımızın yükselmesi bize yardım ediyor olabilir, ama iç pazarda bir daralma olacak, bu da bizim en büyük handikabımız. Cari açığımız mecburen küçülecek, mecburen ihracata yöneleceğiz. Gelişmekte olan ülkelerin bir çoğunda stagflasyon riski görüyorum. Bu, konsolidasyonun hacmini daha da arttırabilir. Bunun itici gücü de artık gelişmekte olan ülkelere ilgi zayıflıyor, bu yaşanacaklar bu zayıflamayı pekiştirecek. Dünyada ticaret hacminde daralma yaşanacak, taşınacak mal miktarında bir daralma olacak ve yoksulluk sınırının altındaki nüfus dünyada artıyor olacak. Bu, dünyada başka sıkıntılar da yaratabilir. Yani ben gelişmekte olan ülkelerde yaşanacak sıkıntının yerel kalacağını ve küresel dengeleri etkilemeyeceğini düşünmüyorum. 

Diğerleri

İAOSB Yerleşim PlanıİAOSB MedyaİAOSB Haber DergisiİAOSB Tanıtım FilmiİAOSB Dosya İndir